Atatürk’ün “Bıldırcın Kebabı” Yasağı…
Atatürk’ün hizmetkarı Cemal Granda anlatıyor:
“İstanbul’da bulunduğumuz bir yaz mevsiminde Florya deniz köşkünde bir akşam sofrası hazırlamıştık. Oldukça kalabalık vardı. Sofraya büyük bir porselen tabağın içinde bıldırcın kebabı getirildi. Sofranın ortasına konuldu. Mevsimin en seçkin, hem de en pahalı yemeğiydi bu. Atatürk’ün hoşuna gider umuduyla özenle hazırlanmıştı.
Başta Atatürk olmak üzere herkes birer tane alıp, keyifle tabağına koydu. Bıldırcınlar da öyle güzel kızarmışlardı ki… Nar gibi, midelere sesleniyorlardı.
O sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. Sofranın öbür ucunda oturan Salih Bozok, eğlence olsun diye, önceden cebine koyduğu bir canlı bıldırcını çıkarıp, sofranın kenarına koyuverdi. Kalabalıktan ve ışıklardan ürken zavallı kuşcağız, cepte mahpus kalmanın da sersemliği içinde uçamadı. Tabakların üstünden atlaya atlaya gitti, sanki biliyormuş gibi Atatürk’ün kucağına düştü. Başını O’nun kucağına doğru sakladı. Sanki “beni koru” der gibi bir hali vardı. Bu kuş, az önce mutfakta kesilen hemcinslerinin arasından her nasılsa canını kurtarabilmiş tek bıldırcındı.
Salih Bozok tarafından sofrada Atatürk’ü neşelendirmek, bir nükte kaynağı olması için getirilmiş olmalıydı. Fakat tam tersi oldu. Atatürk’ü neşelendireceği yerde üzüntüye boğdu. Kuşun bu dokunaklı hali, bir anda sofranın neşeli havasını bir neşeli havasını bıçak gibi kesti. Dudaklardaki gülümsemeler dondu, konuşmalar kesildi, fısıltılar söndü. Çatal bıçaklar sessizce sofraya bırakıldı. Herkes büyük bir kabahat işlemiş çocuklara benzemişti. Ortalığı bir ölüm sessizliği kapladı sanki. Hepimiz ne olacak diye merak ve heyecanla bekliyorduk.
Atatürk, beklediğimiz gibi Salih Bozok’a kızmadı. Kuşu özenle eline aldı. Öbür eliyle tüylerini uzun uzun okşadı. Ceketinin yan cebine koydu.
Sonra hizmeti yapan sofracı arkadaşa kebap tabağını göstererek şu buyruğu verdi.
– Bu tabağı kaldırınız ve bir daha soframa bu kuşun yemeğini getirmeyiniz.
Herkesin önündeki bıldırcın sanki taş kesilmişti. Herkesin iştahı gursağında kalmıştı. Ne bilsin Salih Bozok, yaptığı oyunun böyle keyif kaçıracağını. O iyilik olsun diye yapmıştı bunu. Ama Atatürk’ün ne kadar merhametli olduğu da, bir kez daha ortaya çıkmıştı. Çok iyi nişancı olan Atatürk, ava meraklı olduğu halde kuşlara acıdığı için avlanmazdı.”
Cemal Granda anlatıyor;
“Atatürk’e, Şile’ye yaptığı bir gezide bıldırcın hediye etmişlerdi. Hayvanlara, özellikle kuşlara çok acıyan Atatürk, pencereleri kapattırdı, sonra bıldırcınları saldı. Şaşkınlık içindeki kuşlardan biri dönüp dolaşıp sağa sola çarptıktan sonra yorgun düştü. Gelip Atatürk’ün önüne kondu, boynunu büktü. Bıldırcını ince parmaklarıyla okşayan Atatürk, bir kafese konularak köşkte beslenmesini istedi. Bu bıldırcın Ankara’ya götürüldü mü, yoksa orda yenisi bulunup da kafese mi konuldu bilemiyorum.
Biz İstanbul’dan Ankara’ya döndükten sonra bir gün Köşk’ün bahçesinde dolaşırken Atatürk bıldırcını hatırladı. Görmek istedi. Kafesin önüne gitti. Fakat içi boştu. Atatürk’ün yemeğe kıyamadığı kuş, konulduktan birkaç gün sonra bir kedi tarafından afiyetle yenmişti. O’nu üzmemek için bıldırcının kafesin, açık kalan kapısından kaçtığı yolunda bir yalan uydurdular. İnandı mı, inanmadı mı bilmiyorum. Yalnız uzun boylu boş kafese dalgın dalgın baktı. Kafesten bıldırcının tüylerini kaldırmayı unutmuşlardı.”
Kaynak: Cemal Granda, Turhan Gürkan Atatürk’ün uşağı idim, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1973, Sayfa: 199-200