Ressam Bedri Baykam’a Soyut Papara

Bedri Baykam için hazırladığım paparaya geçmeden önce kendimi takdim edeyim efendim.

Karamürsel’de doğdum, Hereke beldesinin Bağlariçi mahallesinde yetiştim. 9 yaşında yetimken Sümerbank fabrikasına giren şerefli bir işçinin ufak oğluyum. İzmit’te motor mektebi bitirdim, tamirci çırağı olarak genç yaşta hayata atıldım. Ailemin sırtına yük olmamak için çalışıp didindim. Gençliğimin en güzel yılları, ağır çelik konstrüksiyon inşaatlarda, sigortasız, sağlıksız, emniyetsiz koşullarda çalışarak geçti.

Bütün bu ağır işlerle gençliğimi tüketirken aklım, sanatla, bilim ve tarihle meşguldü. Sanata çok merakım vardı. Milliyet Sanat dergisinden ve diğer gazetelerden ülkemizde ve dünyadaki sanat hareketlerini takip ediyordum. Ağır ve tehlikeli işlerde çalışmama ailem hiç razı değildi. O tarihte halıcılık kazançlı bir işti, pazarı çok genişti. Ailem halıcılık mesleğine dahil olmam konusunda ısrar ediyordu. Anne, baba sözünden hiç çıkmam. Ancak bir türlü karar veremiyor, istikbalimi bu işe adamak istemiyordum. Nedenini hala bilmem. Oysa parlak bir meslekti ve bu meslekte çok da güzel kızlar vardı.

Usta sözü dinlemeyi severim. Bir gün ustama sordum; bu hususta: “Hafif ve temiz iş, güzel kızlar da var. Benden olur mu halı esnafı ve tüccarı? Ne dersin usta? diye.” Ustam sırtıma vurdu. Unut dedi esnaflığı, tüccarlığı. Giy dedi tulumları, işçisin sen işçi kal. Ben de uydum ustamın sözüne, işçilikten ustalığa çarçabuk sıçradım. Tulum ve iş elbisemin cebinde her zaman kitap ve ikiye katlanmış bir dergi bulunurdu. Bazen hatırlıyorum da onca ağır işi; nasılda güle oynaya, neşe içinde yapardım. Hem de üç otuz paraya, bedavaya çalışarak. Neyse efendim, konu nereden nereye geldi.

Bak Bedri Baykam; sen sosyete çocuğusun papara nedir bilmezsin. Paparazzi den anlarsın. Ben paparazzi hiç bilmezdim. Hayatımda paparazzilik duruma bir kez düştüm. O da Allah’tan basına yansımadı. Şöyle oldu. Bolshoy Balesi’nin İstanbul’a geleceğini haber aldım. O tarihte Gebze’de bir inşaatta kaynakçıydım. İstanbul’a gidip, hemen girdim bilet kuyruğuna. Biletçi her seferinde arka sıralardan yer veriyor. Yalvardım ettim ön sıralardan ver diye. Bir de baktım sahnenin en önünden kesmiş bileti. Çok memnun oldum. Rus balerinleri çok daha yakından seyredip, orkestrayı da yakından dinleyecektim.

İple çektiğim konser günü nihayet gelmişti. Salona adım attığımda kıyafet muaşeretim; konser ortamına birebir uygun olup; saçlarım briyantin sürülmek suretiyle taralıydı. Salondaki büyük aynalardan birine baktım. Jilet gibiyim, ayna neredeyse çatlayacak. Biletimde yazılı numaralı koltuğun önüne gelince; hiç beklemediğim bir sürprizle karşılaştım. Aşırı dekolteli, aşırı makyajlı ve çok kilolu, ağır parfüm kokulu; kalabalık bir hanım grubunun tam ortasındaydı benim yerim. Çok dar yerlerden ilerleyerek koltuğuma oturdum. Birbirini önceden tanıyan bu hanımlar; çok yüksek sesle konuşmakla kalmıyor, müstehcen sözler de ediyordu. Kokana dedikleri herhalde bunlar olmalıydı.

Utandığım zaman hemen yüzüm kızarır. O gün de öyle olmuş herhalde. Hanımlardan biri ayıp söz etmeyin diye diğerlerini uyardı:
– Beni işaret ederek; “Bak çocuk kıpkırmızı oldu” dedi.
Sonra hanımlar hep birden bana bakıp güldü.
Yanımdaki bayan:
– Ne çocuğu ayol, koca delikanlı maşallah dedi ve yanağımdan makas aldı.
Hepsi birden bana bakıp tekrar güldü.
Anladım ki; yandı bizim bilet. Bu gürültü ve taciz ortamında seyredilmez dedim bu konser. Biraz daha otursam, ışıklar sönecek, o zaman beni yer bu zilliler.

Kalktım, güç bela, dar yerlerden tekrar geçerek çıktım. Salon tıklım tıklım dolu, oturacak başka da boş yer yoktu. Salonun kapısında biletimi görevliye uzattım, garibanın birine ver bu bileti, ben çıkıyorum dedim. Bekle biraz dedi. Terk ettiğim koltuğa aynı kiloda başka bir bayan oturttu. Bana da çok güzel manzaralı bir yer ayarladı. Bahşiş uzattım kabul etmedi. Sağ olsun; harika bir açıdan Bolshoy Balesi’ni seyretmemi sağladı. Neyse efendim konu yine dağıldı.

Bak Bedri Baykam; sen sosyete çocuğusun papara nedir bilmezsin. Ben çok Papara yedim. Bayat ekmeğin ıslatılıp, üzerine salça, yoğurt vb. koyulup pişirilmesinden ibaret bir yemektir. İşçi, köylü gibi gariban ailelerin temel gıdasıdır. Rahmetli anacığım çok güzel Papara yapardı. Türlü çeşit çeşniler bulur, lezzet katardı yaptığı Parpaya. Babamın maaş aldığını sofraya gelen kalem pirzoladan anlardık. Bir iki hafta etli yemek, sonraki günler yine papara. Etli yemek yerken babamın yüzü aydınlanır, bizi seyreder nasıl güzel mi diye sorar, başımızı okşardı. Çok dikkat ettim, Papara yediğimiz zamanlar, babam yüzü asık, boynu bükük halde bizi izlerdi. Nasıl güzel mi? diye sorduğunu da hiç hatırlamıyorum. Bu duyguyu baba olunca daha iyi anladım.

Babam bakmış sadece işçi maaşıyla olmayacak. İşten sonra kahvehanelerde çorap satmak, açık sinemanın leblebi, çekirdek, gazoz büfesini işletmek gibi ek işler yapmış. Ehni mühnü Fevzi ağabeyimde onun çırağıymış o zamanlar. Babam sonra Pendik pazarında tezgah açıp; çorap, kazak, gömlek satmış. Ardından Hereke’de küçük bir dükkan açıp esnaflığa başlamış. İki iş bir arada olmayacağı için fabrikadan istifa etmiş. Babamın bu ticari faaliyetleri sayesinde sofrada artık papara görünmez oldu. Aradan yıllar geçti. Lise öğrencilik yıllarım. Bazen annemden rica ederdim. Bir Papara pişir ne olur diye. Evladım dolap dolu. Allah ne istersen vermiş dese de; beni kırmaz, yapardı güzel bir Papara. Ana oğul birlikte yerdik afiyetle. Anne canım ne çekti biliyor musun? diye sorduğumda rahmetli hemen anlayıp gülerdi. Anlardı ki yine Papara ziyafeti var. Neyse efendim konu yine dağılıp gitti nerelere.

Bak Bedri Baykam; senin Atatürkçülüğünden hiç hazzetmedim. Atatürk ile aranda en ufak bir benzerlik kuramadım. Eline bir ayna; bir de Atatürk fotoğrafı al bir bak. Karşılaştırma yap. Dikkatle incele; Allah Atamızın yüzüne ne kadar, senin yüzüne ne kadar nur vermiş? Sayfa dostlarım da karşılaştırabilir. Haksız isem hatamı bileyim, özür dileyeyim. Allah’ın insanlara layık görüp verdiği çehreyi eleştirmek benim haddim değil. Benim kastettiğim “nur” bambaşka bir şey. Güzel olmayan birçok yüz bilirim ki; o yüzden nasıl da sevgi ve nur fışkırır. Gusül abdesti alıp hidayete erenlerin çoğunun; nur yüzlü çehreye kavuştuğu vakidir. İstersen Gusül abdesti nasıl alınır tarifi ederim. Zannımca sen de hidayete erersen; tez zamanda nura kavuşursun. Nur bereket kapısıdır. Nura kavuştuğun zaman. Nurrealizm diye bir akım yaratır, Nurrealist resimler yapar, Fethullaçılara satarsın. Fethullaçılar dünyanın her yerine dağıldığı için. Eserlerine dünyanın her ülkesinden talep gelir. Böylece bedavadan ve hiç yorulmadan evrensel sanatçı olursun. Eserlerim dünyanın her yerinde satılıyor diye hava da basarsın.

Bak Bedri Baykam; durup duruken nereden çıktı bu Papara diye merak ettiysen hemen söyleyeyim. Yüreği sanat aşkıyla tepeleme dolu biriyim. Gençken Kitap Kulübü’nden kitap almak için sıkça gazeteye gelirdim. Çok sevdiğim büyük ressam İbrahim Çallı’nın paha biçilmez tabloları vardı gazetede. O tarihlerden hatırlarım o eserleri. Kapı girişindeki Atatürk tablosunu seyrederken kendimden geçerdim. İbrahim Çallı’nın hastasıyım. Sonradan bir de araştırdım ki; bu eserleri çok sevdiğim Atatürk göndermiş. Gayesi de sanatı ve sanatçıyı maddi olarak takviye etmekmiş. Ne yazık ki; Atatürk’ün Cumhuriyet gazetesine gönderdiği İbrahim Çallı imzalı paha biçilmez sanat eserleri şu anda kayıptır. Bu eserlerin satılacağına dair zamanında bana danışıldı. Derhal itirazımı ortaya koydum. Eserleri kaç paraya kime sattılar bilmiyorum.

Bak Bedri Baykam; senin tezgaha şöyle bir baktım. Sahip çıkıyorum diye yapılmış birçok atraksiyon var. Atatürk’e, Cumhuriyet’e, Sanat’a sahip çıkıyoruz hesabı. Yersen tabi ki.. Ben samimi, candan gönülden gerçek bir dava adamıyım. Bir konuda kafamı bir şeye takayım. Bir davaya inanayım. Ölsem yolundan dönmem. Çok fazla idealistim. Ben senin atraksiyonlarını yemem. Otuz küsur yıldır Nişantaşı, Teşvikiye’deyim. Merhamet sahibiyim. Seni teşvik edeyim. Sana samimiyetini ispat veya hidayete ermen için bir şans vereyim. Gusül işi kolay, onu hemen tarif ederim.

Atatürk’ün Cumhuriyet gazetesine gönderdiği İbrahim Çallı imzalı paha biçilmez sanat eserlerini kim hacıladı. Filanca şahıs hacıladı diye özelden belge gönder; ben de bir daha sana bulaşmam. Söz veriyorum. “Sahte Atatürkçüyü tanıma kılavuzu” adlı bir eser baskıya hazır. Kapak resmine ihtiyacım vardı. Atatürk’ün Cumhuriyet gazetesine gönderdiği İbrahim Çallı imzalı paha biçilmez sanat eserleri bulma konusunda; bana yardımcı olursan; söz veriyorum bir daha sana bulaşmam. Başka kapak mevzu bulurum. Nasılsa memlekette sahte Atatürkçü sürüsüne bereket. Paparayı da oturur kendim yerim. İşçi çocuğuyum Papara yemede idmanım tamdır.

Bu papara daha çok su götürür.

Hereke yıllarımda birde çapari anılarım da mevcuttur. Hereke’de çok balık tuttum. El arabasıyla balığa gider, tuttuğum fazla balıkları konu komşuya bedava dağıtırdım.

Hereke’de Nuh çimento iskelesinde tuttuğum veya tuttuğumu zannettiğim son balık. Amele pantolonuydu. Markasına baktım. Bizim dükkandan alınmış. Rahmetli babam pantolon satarken yıka yıka giy diye söz ederdi. Pantolonu inceledim. Atılmayı gerektiren hiçbir kusuru yok. Sapasağlam. Zannımca pantolonu yıkarken amelenin biri elinden kaçırdı. Yüzme bilmediği için atlayıp sudan çıkaramadı. İyi de oltamı buldu da nasıl takıldı? Neyse efendim, konu nereden geldi, nereye takıldı.

Rahmetli annem Paparamızı yerken sıkça uyarırdı: Evladım sıcakken ye, soğuyunca bir şeye benzemez derdi. Ben de seni uyarayım; soyut Paparan yukarıda. Evladım ne olur soğutma, sıcakken ye. soğuyunca bir şeye benzemez.

Herkese mutlu bir hafta dilerim. Sağ olun sağlıcakla kalın.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir